Hayat nasıl güzelsin sen öyle ve biz nasıl kaçırıyoruz seni böyle. Bir kaç günlük tatilden yeni dönmüş olmanın duygusallığı içinde ve hala vakit varken şöyle bir gözden geçirdim bu tatilde ne hissettiğimi. Havası güzel, denizi güzel, öz kokusundan arındırılmamış sebzeler, meyveler, içten bir yardımlaşma isteği olan, doğalın da doğal kalabildiği eşsiz bir yer. Her bir sahnesini oynamaya çalıştığım,içime çeke çeke havasını tattığım, sunduğu her bir tabağın tadına baktığım bir yer ve gök cenneti.Evet buraya kadar bir masalın içinde sandım kendimi rollerin başında ben ve 2 kadim dostum.
Gün içerisinde her yeri görebilmenin ve hiç bir şeyi kaçırmak istememenin verdiği saldırı anları ile yorgunluk içinde yastığa koyduğumda başımı, uykunun beni ziyaret etmesi mümkün mü? Sağa dön yok, sola dön yok. Bu hazımsızlık hallerinde başladım yine düşünmeye. Zaten beynimin içimde hiç susmayan bir makina olduğu söylenir,dur durak bilmeyen. Neydi veya kimdi bu, gece gece beni düşlerimde kavuşacağım gözlerle arama giren ve bana bir gülüşü esirgeyen hadsiz. İçsel bir hazımsızlık durumu,bir fazla gelme meselesi, bir hazmedememe hali.
Kendimi bildim bileli yazdığım tüm satırlarım Akdeniz'e idi. Ondan başka da beni sarıp sarmalayan, dinleyen, sayfalarımı satır satır okuyan, göz yaşımı gören, hayallerimi bilen, öfkeme tanıklık eden, sorgulamadan dinleyen, sırrım, sırdaşım olan bir deniz olmadı, olamadı. O benim için suların içindeki maviydi hep. Bana maviş gözlerle bakar, içime akardı. Amphitrite ile buluşup Poseidon'u çekiştirirdik biz burada. Ben anlatırdım o dinlerdi, ben dinlerdim o anlatırdı. Şimdi ise Amphitrite kızgındır bana eminim. Sözümü tutamadım. Poseidon'un mekanına gittim. Bu yetmezmiş gibi O'nu da dinledim. Ve en kötüsü de beğendim. Ah, Amphitrite! Sen de bir dinlesen. O cennet gibi yer ayaklarının altına serilmiş bir fark etsen. Neden kaçıp gelirsin benim mıntıkama da kendi cennetini görmezsin. Cüzzama çare olan nefes nasıl kalp kırgınlığını tedavi etmez. Hadi al şarabını eline ve git Poseidon'a anlat içindekileri. Dalgalanın, sonra durulun. Hıçkırıklarınıza dokunun ve kendinizden çıkıp çevrenize bakın sonra. Bakın neler neler var orada. Can Baba'nın dediği gibi badem çiçeklerini görebilmek için kibrit çakın karanlıkta.
Sözün özü kendim de dahil olmak üzere gerek çalışma hayatının yoğunluğundan, gerek yorgunluğun getirdiği kaytarmalardan, gerek boş vermişlikten ama kesinlikle bir nedenden burnumuzun ucundaki güzelliklerden bihaber YAŞIYORUZ! Yaşamak değil aslında bizimkisi. Bizler ayakta iken bitkisel hayata girmiş can taneleri. Kurtulamadık şu tavşan tüylerinin ağır cazibesinden. Tavşan gibi kaçıp duruyoruz yaşamdan.Yaşamı yaşayamamak ne acı. Yaşamak, yakalamak, sevmek, özlemek, ağlayabilmek, göz göze gelebilmek.. Koklamak yahu, havayı, bir meyveyi, bir teni, bir çiçeği, bir bebeği. Bizler kendimizi korumaya aldıkça hayat ile de set çekiyoruz aramıza aslında. Varsın bedeli ödensin iç anayasamızın. Şöyle bir gerinip, dolu dolu bir nefes alıp kuşların sesini duyma zamanı, ağustos böceklerinin sesini dinleme zamanı. Yoksa 365 günün 7 gününde çıktığımız kürklerimizden, indirdiğimiz kalkanlarımızla, attığımız kılıçlarımızla, ve soyunduğumuz egolarımızla kim bilir kaç 7 gün daha sunabileceğiz KENDİ HAYATIMIZA. Her şey içimizde aslında. Bu vatanın her bir karışı doğal cennet.
Kimisi yeşiliyle, kimisi mavisiyle, kimisine gri bile yakışıyor. İş sadece görebilmek ve hissedilmekte. HAYATI PARMAK VE BURUN UCUMUZ ile yaşayabilmek dileklerimle..
eskilerden bir edebiyatçının romanini okuyorum sandirm bir an. tebrikler.
çok teşekkür ederim